Kâhyalık Nedir?
20/02/2024
Kurtaran İman Nedir?
27/02/2024
Kâhyalık Nedir?
20/02/2024
Kurtaran İman Nedir?
27/02/2024

Başlangıçta…

Kutsal Yazılar’ın ilk cümlesi, diğer her şeyin üzerine kurulduğu tasdiki ortaya koyar: “Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı” (Yar. 1:1). Kutsal Yazılar’ın bu ilk cümlesinde üç temel nokta tasdik edilmektedir: (1) bir başlangıç vardır; (2) bir Tanrı vardır ve (3) bir yaratılış vardır. İlk nokta sağlam bir şekilde ortaya konabilirse, diğer ikisinin de mantıksal bir gereklilikle bunu izleyeceği düşünülebilir. Başka bir deyişle, eğer evrenin gerçekten bir başlangıcı varsa, o zaman bu başlangıçtan sorumlu bir şey ya da biri olmalıdır; ve eğer bir başlangıç varsa, bir tür yaratılış da olmalıdır.

Evrensel olmamakla birlikte, sekülerizmi benimseyenler çoğunlukla evrenin zaman içinde bir başlangıcı olduğunu kabul etmektedir. Örneğin Büyük Patlama teorisini savunanlar, on beş ila on sekiz milyar yıl önce evrenin devasa bir patlama sonucu başladığını söylemektedir. Bununla birlikte, eğer evren varlığa doğru patladıysa, neyden patladı? Yokluktan mı patladı? Bu saçma bir fikirdir. Çoğu seküleristin evrenin bir başlangıcı olduğunu kabul ederken yaratılış fikrini ve Tanrı’nın varlığını reddetmesi ironiktir.

Neredeyse herkes evren diye bir şeyin var olduğu konusunda hemfikirdir. Bazıları evrenin ya da dış gerçekliğin -hatta özbilincimizin- bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını savunabilir, ancak yalnızca en inatçı solipsist hiçbir şeyin var olmadığını iddia etmeye çalışır. Hiçbir şeyin var olmadığını iddia edebilmek için var olmak gerekir. Bir şeyin var olduğu ve bir evrenin var olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, filozoflar ve ilahiyatçılar tarih boyunca “Neden hiçbir şey yokken bir şey var?” sorusunu sormuşlardır. Bu belki de tüm felsefi soruların en eskisidir. Bu soruya cevap arayanlar, yaşamlarımızda karşılaştığımız gerçekliği açıklamak için yalnızca üç temel seçenek olduğunu fark etmişlerdir.

Birinci seçenek evrenin kendi kendine var ve ezeli olduğudur. Sekülerlerin ezici çoğunluğunun evrenin bir başlangıcı olduğuna ve ebedi olmadığına inandığını daha önce belirtmiştik. İkinci seçenek ise maddi dünyanın kendi kendine var olduğu ve ebedi olduğudur ve geçmişte, hatta günümüzde bu argümanı ileri sürenler olmuştur. Bu seçeneklerin önemli bir ortak unsuru vardır: her ikisi de bir şeyin kendi kendine var olduğunu ve ebedi olduğunu savunur.

Üçüncü seçenek ise evrenin kendi kendine yaratılmış olduğudur. Bu seçeneği savunanlar, evrenin aniden ve şaşırtıcı bir şekilde kendi gücüyle meydana geldiğine inanmaktadır, ancak bu görüşü savunanlar kendi kendini yaratma dilini kullanmazlar çünkü bu kavramın mantıksal bir saçmalık olduğunu bilirler. Herhangi bir şeyin kendini yaratabilmesi için kendi kendisinin yaratıcısı olması gerekir ki bu da var olmadan önce var olması gerektiği anlamına gelir ve bu da aynı anda ve aynı ilişki içinde hem olması hem de olmaması gerektiği manasına gelir. Bu da mantığın en temel yasası olan çelişmezlik yasasını ihlal eder. Dolayısıyla, kendi kendini yaratma kavramı açıkça saçma, çelişkili ve mantıksızdır. Böyle bir görüşe sahip olmak kötü bir ilahiyat ve aynı derecede kötü bir felsefe ve bilimdir, çünkü hem felsefe hem de bilim mantığın sarsılmaz yasalarına dayanır.

On sekizinci yüzyıl Aydınlanmasının ana yönlerinden biri, “Tanrı hipotezinin” dış evrenin varlığını açıklamak için gereksiz bir yol hâline geldiği varsayımıydı. O zamana kadar kilise felsefi alanda saygı görüyordu. Orta Çağ boyunca filozoflar ezeli ve ebedi bir ilk sebebin rasyonel gerekliliğine karşı çıkamamışlardı, ancak Aydınlanma dönemine gelindiğinde bilim o kadar ilerlemişti ki, aşkın, kendi kendine var olan, ezeli ve ebedi bir ilk sebebe ya da Tanrı’ya başvurmaksızın evrenin varlığını açıklamak için alternatif bir açıklama kullanılabiliyordu.

Bu teori spontane jenerasyon, yani dünyanın kendi kendine var olduğu fikriydi. Bununla birlikte, kendi kendini yaratmanın kendi içinde çelişen dili ile bunun arasında hiçbir fark yoktur, bu nedenle spontane jenerasyon bilim dünyasında saçmalığa indirgendiğinde, alternatif kavramlar ortaya çıkmıştır. Nobel ödüllü bir fizikçinin yazdığı bir makale, spontane jenerasyonun felsefi açıdan imkânsız olduğunu, ancak kademeli spontane jenerasyon için durumun böyle olmadığını kabul etmiştir. Yeterli zaman verildiğinde, hiçliğin bir şekilde bir şeyi meydana getirecek gücü oluşturabileceğini teorileştirmiştir.

Genellikle kendi kendine yaratma yerine kullanılan terim tesadüfi yaratmadır ve burada başka bir mantıksal yanılgı devreye girmektedir – yanıltmaca safsatası. Yanıltmaca safsatası, bazen çok ince bir şekilde, bir argümandaki anahtar kelimelerin anlamlarını değiştirdiği zaman ortaya çıkar. Bu durum “şans” kelimesi ile gerçekleşmiştir. Şans terimi, matematiksel olasılıkları tanımladığı için bilimsel araştırmalarda kullanışlıdır. Kapalı bir odada elli bin sinek varsa, herhangi bir zamanda odanın herhangi bir santimetrekaresinde belirli sayıda sinek bulunma olasılığını göstermek için istatistiksel oranlar kullanılabilir. Dolayısıyla, bir şeyleri bilimsel olarak tahmin etme çabasında, karmaşık olasılık denklemleri üzerinde çalışmak önemli ve meşru bir uğraştır.

Bununla birlikte, şans terimini matematiksel bir olasılığı tanımlamak için kullanmak başka bir şeyken, bu terimin kullanımını gerçek yaratıcı güce sahip bir şeye atıfta bulunacak şekilde değiştirmek bambaşka bir şeydir. Şansın dünyadaki herhangi bir şey üzerinde herhangi bir etkiye sahip olması için, güce sahip bir şey olması gerekir, ancak şans bir şey değildir. Şans sadece matematiksel olasılıkları tanımlayan zihinsel bir kavramdır. Varlığı olmadığı için gücü de yoktur. Bu nedenle, evrenin şans eseri meydana geldiğini söylemek -şansın evreni meydana getirmek için bir güç kullandığını söylemek- bizi sadece kendi kendini yaratma fikrine geri götürür, çünkü şans bir hiçtir.

Eğer bu kavramı tamamen ortadan kaldırabilirsek, ki mantık bunu yapmamızı gerektirir, o zaman geriye ilk iki seçenekten biri kalır: evrenin kendi kendine var olduğu ve ebedi olduğu ya da maddi dünyanın kendi kendine var olduğu ve ebedi olduğu. Bahsettiğimiz gibi, bu seçeneklerin her ikisi de, eğer herhangi bir şey şu anda var ise, o zaman bir yerlerde bir şeyin kendi kendine var olması gerektiği konusunda hemfikirdir. Eğer durum böyle olmasaydı, şu anda hiçbir şey var olamazdı. Bilimin mutlak yasası ex nihilo nihil fit‘tir, yani “hiçbir şeyden hiçbir şey çıkmaz”. Eğer sahip olduğumuz tek şey hiçbir şey değilse, sahip olacağımız tek şey de bu olacaktır, çünkü hiçbir şey bir şey üretemez. Eğer kesinlikle hiçbir şeyin olmadığı bir zaman olmuş olsaydı, o zaman bugün, tam da şu anda, kesinlikle hiçbir şeyin var olmayacağından kesinlikle emin olabilirdik. Bir şeyin kendi kendine var olması gerekir; herhangi bir şeyin var olabilmesi için bir şeyin kendi içinde var olma gücüne sahip olması gerekir.

Bu seçeneklerin her ikisi de birçok sorun teşkil etmektedir. Belirttiğimiz gibi, neredeyse herkes evrenin ebediyen var olmadığı konusunda hemfikirdir, dolayısıyla ilk seçenek uygulanabilir değildir. Aynı şekilde, maddi dünyada incelediğimiz hemen her şey olumsallığı ve mutasyonu ortaya koyduğu için, filozoflar evrenin bu yönünün kendi kendine var olduğunu ve ebedi olduğunu iddia etmekten çekinirler, çünkü kendi kendine var olan ve ebedi olan şey mutasyona veya değişime açık değildir. Böylece evrenin derinliklerinde bir yerlerde gizli, titreşen bir çekirdeğin ya da güç kaynağının kendi kendine var olduğu ve ebedi olduğu ve evrendeki diğer her şeyin kökenini bu şeye borçlu olduğu iddiası ortaya çıkmaktadır. Bu noktada materyalistler, maddi evreni açıklamak için yüce bir Tanrı’ya ihtiyaç olmadığını, çünkü varoluşun ebedi, titreşen çekirdeğinin ötede değil evrenin içinde bulunabileceğini savunurlar.

İşte bu noktada linguistik bir hata yapılmaktadır. Kutsal Kitap Tanrı’dan transandantal (aşkın) olarak söz ettiğinde, Tanrı’nın yerini tarif etmemektedir. Tanrı’nın “yukarıda” ya da “dışarıda” bir yerde yaşadığını söylememektedir. Tanrı’nın evrenin üstünde ve ötesinde olduğunu söylediğimizde, O’nun varlığı açısından evrenin üstünde ve ötesinde olduğunu söylemiş oluruz. O ontolojik olarak aşkındır. Kendi içinde var olma gücüne sahip ve kendi kendine var olan herhangi bir şey, türetilmiş ve bağımlı olan herhangi bir şeyden ayırt edilmelidir. Dolayısıyla, evrenin özünde kendi kendine var olan bir şey varsa, doğası gereği diğer her şeyi aşmaktadır. Tanrı’nın nerede yaşadığı bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren O’nun doğası, ebedi varlığı ve evrendeki diğer her şeyin O’na olan bağımlılığıdır.

Klasik Hristiyan yaratılış görüşüne göre Tanrı dünyayı ex nihilo, “yoktan” yaratmıştır ki bu da ex nihilo nihil fit, “yoktan hiçbir şey var olmaz” mutlak yasasıyla çelişir gibi görünmektedir. İnsanlar tam da bu gerekçelerle ex nihilo yaratılışa karşı çıkmışlardır. Ancak Hristiyan ilahiyatçılar Tanrı’nın dünyayı ex nihilo yarattığını söylediklerinde, bu bir zamanlar hiçbir şey olmadığını ve sonra bu hiçbir şeyden bir şey geldiğini söylemekle aynı şey olmamaktadır. Hristiyan görüşü şöyledir: “Başlangıçta Tanrı…”dır. Tanrı hiçbir şey değildir. Tanrı bir şeydir. Tanrı kendi kendine var olur ve varlığında ebedidir ve yalnızca O, yoktan var etme yetisine sahiptir. Tanrı dünyaları varlığa getirebilir. Bu, mutlak anlamda yaratıcılık gücüdür ve buna yalnızca Tanrı sahiptir. Maddeyi sadece önceden var olan bir maddeden yeniden şekillendirme değil, yaratma yeteneğine de yalnızca O sahiptir.

Bir sanatçı kare bir mermer parçasını alıp onu güzel bir heykele dönüştürebilir ya da düz bir tuvali alıp boya pigmentlerini güzel bir desene dönüştürerek onu şekillendirebilir ama Tanrı evreni bu şekilde yaratmamıştır. Tanrı dünyayı varlığa çağırdı ve O’nun yaratımı, zaten var olan şeyleri basitçe yeniden şekillendirmediği anlamında mutlaktı. Kutsal Yazılar bize O’nun bunu nasıl yaptığına dair yalnızca kısa bir açıklama verir. Burada “ilahi emir” ya da “ilahi hüküm”ü buluruz; Tanrı bu emirle kendi gücü ve yetkisiyle yaratmıştır. Tanrı, “Olsun…” dedi ve oldu. İşte ilahi buyruk budur. Dünyayı ve içindeki her şeyi var eden Tanrı’nın buyruğuna hiçbir şey karşı koyamaz.


Bu yazı R.C. Sproul’un “Everyone’s A Theologian” adlı kitabından alınmıştır. Bu makale orijinal olarak Ligonier Hizmetleri blogunda yayınlanmıştır.

açar ve ikizlerin doğumuyla sonuçlanır. Bu doğumda, Perez’in Zerah’ın önüne geçmesiyle primogeniture (en büyük oğlun miras hakkı) ilkesi bir kez daha tersine döner. Daha sonra Yakup Yahuda’yı kutsayacak ve krallığın onun soyundan gelenlerle ilişkilendirileceğini söyleyecektir (Yar. 49:8-12). Bu kutsama yüzyıllar sonra Samuel’in zamanında görülmektedir (bkz. Mez. 78:67-72).

R.C. Sproul
R.C. Sproul
Dr. R.C. Sproul Ligonier Hizmetlerinin kurucusu, Sanford, Florida'daki Saint Andrew's Şapeli'nin ilk vaizi ve eğitim hizmetkârı olup, aynı zamanda Reformation Bible College'ın ilk başkanı ve Tabletalk dergisinin genel yayın yönetmeniydi. Renewing Your Mind adlı radyo programı hâlen dünya çapında yüzlerce radyo istasyonunda her gün yayınlanmakta ve internet üzerinden de dinlenebilmektedir. Dr. Sproul, aralarında Türkçeye de tercüme edilmiş olan Tanrı'nın Kutsallığı, Tanrı'nın Seçimi ve Everyone's a Theologian'ın da bulunduğu yüzden fazla kitap yazmıştır. Kutsal Yazılar’ın yanılmazlığını ve Tanrı'nın halkının O'nun Sözü üzerinde imanla durması gerektiğini açıkça savunmasıyla dünya çapında tanınmıştır.